Masal | Konular | Kitaplar

Altın Kozalaklı Gümüş Selvi

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur sa­man içinde, hiç çocuğu olmayan bir kadın varmış.
Çocuğu çok sevdiğinden kendisini avutmak için bir tah­ta parçası üzerine kömürle kaş göz yapmış, bunu bezlere sar­mış, salıncağa koyarak sallamaya başlamış.
Artık her gün salıncağın başında oturuyor, oradan hiç ayrılmıyormuş. Kocası akşamüzeri eve geldiği zaman yiyecek yemek bulamadığı gibi evi süpürülmemiş, hiçbir işe bakıl­mamış buluyormuş.
Nihayet bir gün canı sıkılmış, karısına demiş ki:
-Yahu senin yaptığını deliler yapmaz doğrusu. Hiç tah­ta parçasından çocuk olur mu? Bırak artık çocukluğu da evi­nin işine gücüne bak!
Kadın bu sözlere ehemmiyet vermemiş. Zaman zaman:
- Aman çocuğum sancılandı, vah çocuğum üzüldü, diye çırpınır, kocasına geceleri uyku uyutmazmış.
Karısının bu hâlleri canını pek sıkmaya başlayınca, adam bir gece ansızın bu tahta bebeği pencereden atmış. Tahta be­beğin düştüğü yerde, o anda, bir selvi ağacı meydana gelmez mi? Kendisi gümüşten, kozalakları da altından bir selvi…
Senelerce sonra bir gün, padişahın oğlu askerleriyle ora­dan geçerken selvi ağacının dibinde çadırını kurmuş. Şehza­de her gece yatağının baş ucunda altın şamdan, ayak ucun­da gümüş şamdan yaktırır, bir masa üzerine de bir tabak tatlı koydururmuş. Adeti böyle imiş.
Fakat bir selvi ağacının dibinde çadırını kurduğu günden beri her sabah kalkınca altın şamdanı ayak ucuna, gümüş şamdanı da baş ucuna getirilmiş, tatlı tabağını da boş bulur-muş. Bu vaziyete fena hâlde hiddetlenen şehzade, her sefe­rinde kapısındaki askeri, dikkatsizlik gösteriyor, diye değişti-rirmiş. Hâlbuki hiçbir şeyden haberleri olmadığı gibi çadırda temizlik yaparlarken, her şeyi yerli yerine koyarlarmış.
Şehzade, bu işlerin kimin tarafından yapıldığını anlaya-mayınca, geceleyin uyumamaya, sabaha kadar oturup bek­lemeye karar vermiş.
Her akşam bu kararla yatağına uzanarak uyur gibi yapan şehzade çok geçmeden uyuyakalırmış. Nihayet bir gece kü­çük parmağını keserek kanatmış. Acısından gözüne uyku gir­memiş. Beklemeye başlamış.
Tam gece yansı, çadırın tepesi yavaşçacık açılmış. Ora­dan beyaz bir elbise içinde, saçları uzun, ay gibi güzel bir kız süzülüp çadıra inmiş. Kız başlamış şamdanlann yerini değiş­tirmeye… O iş bittikten sonra masanın başına geçerek tabak­taki tatlıyı da yemiş. Çadırın tepesindeki açık yerden tekrar gideceği sırada, şehzade hemen kalkıp bileğinden yakalamış.
Birdenbire korkan kız, şehzadenin güler yüzü karşısında sakinleşmiş. Yatağın bir kenarına oturmuş.
Şehzade bu kızın güzelliğine hayran olmuş. Ona demiş ki:
- Güzel kız ne olur her akşam ki gibi çadırıma yine gel! Ama çabuk kaçma! Olmaz mı?
Güzel kız cevap vermiş:
- Gelirim şehzadem. Fakat gün doğmadan selvi anne­min yanına dönmezsem beni evlatlıktan atar.
Şehzade razı olmuş, böylece anlaştıktan sonra güzel kız her akşam çadıra gelmeye, sabaha karşı gün doğmadan da gitmeye başlamış.
Bir gün padişah, oğluna bir haberci göndererek üç güne kadar dönmesini istemiş. Şehzade bu habere üzülmüş ama ne yapsın? Evlatlar babalarının isteklerini yerine getirmeye mecbur değiller mi?
O da hazırlanmaya başlamış.
Son gece kıza babasından gelen haberi söylemiş. Kız bu fena habere çok üzülmüş. O zaman şehzade, kendisine bera­ber gitmek için ısrar etmiş. Israr etmiş ama kız razı olmamış. Selvi annesinden ayrılamayacağını söylemiş.
O gece geç vakte kadar oturup konuşmuşlar. Sonra uy­kuları gelmiş. Yatmışlar. Sabaha karşı erkenden uyanan şeh­zade, kızı uykuda İken alnından öperek askerleriyle beraber yola çıkmış. Kız hâlâ uyuyormuş.
Biraz sonra güneş doğmuş. Çok geçmeden uyanan kız, bir de ne görsün? Gün doğmamış mı?
Güzel kız incili çadırdan çıkarak etrafına bakmış, kimse­ler yok. Başlamış ağlamaya… Ağlaya ağlaya selvi annesine gitmiş:
- Kuzum selvi anneciğim, canım selvi anneciğim, demiş, bir kusur ettim. Beni affet, içeriye al!
Selvi anne kızı kabul etmemiş, kovmuş. Güzel kız, yanak­larından süzülen yaşları sile sile selvinin yanından uzaklaş­mış.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Yolda bir çobana rastlamış. Ona yalvararak elbisesini, çadırını, kavalını alıp giymiş. Kendi elbisesini de ona vermiş.
Yine yürümeye başlamış. Dere tepe düz, tam bir güz git­tikten sonra şehzadenin memleketine varmış. O sırada sa­rayın penceresinde oturan şehzade, sokakta yorgun bir ço­ban görünce, seslenmiş:
- Çoban, çoban, böyle nereden geliyorsun, diye sormuş. Çoban da:
- Altın Kozalıklı Gümüş Selvi’den, diye cevap vermiş.
Bu cevap karşısında hem şaşıran hem de sevinen şehza­de, koşarak aşağıya inmiş. Çobanı sarayın bahçesine alarak ellerine sarılmış:
- Söyle bana, demiş, orada ne gördün? Çoban demiş ki:
- İncili çadır kurulu gördüm. Keten gömlek dürülü gör­düm. Yâr, yârinden ayrılmış, ah edip ağlar gördüm!
Bu sözlerden orada neler olduğunu anlayan şehzade, çok üzülmüş. Baygınlıklar geçirmiş. Sarayın adamları gelerek ken­disini iyi etmişler. Aklı başına gelen şehzade, çobanı yanına çağırtmış. Ona, ölünceye kadar yanında kalmasını söylemiş.
Esasen çobanın maksadı da bu olduğundan, sarayda kalmış.
Şehzade, çobanı yanından hiç ayırmazmış, ona her za­man nereden geldiğini, oralarda daha başka neler gördü­ğünü sorar, dururmuş.
Bir gün padişah, oğlunu yanına çağırarak demiş ki:
- Sevgili oğlum, artık evlenecek yaşa geldin. Seni evlen­direceğiz. Annenle beraber bir kız beğendik. Yakında hazır­lığa başlayacağız. Selvi annenin kızına deli gibi âşık olan şehzade, baba­sının bu teklifi karşısında üzülmüş ama ses çıkaramamış. Ka­bul ettiğini bildirmiş. Fakat evlenince çobanıyla sıkışık konu­şamayacağını düşünerek müteessir oluyormuş.
Şehzadenin üzüntüsünü gören çoban demiş ki:
- Şehzadem, bana senin odanın üst katındaki odayı ayırt. İçine yeşil bir döşeme yapsınlar. Tavana salıncak kur­sunlar. Canım sıkıldıkça salıncakta sallanır, vakit geçiririm.
Şehzade, evlenmeden önce sevgili çobanın isteklerini ye­rine getirmiş.
Düğün günü koltuk töreni sırasında şehzade bir koluna karısını, öteki koluna da çobanı almış; üst kata bu şekilde çık­mışlar. Birçok eğlencelerden sonra herkes odasına çekilmiş.
Çoban, şehzadenin yanında ayrılıp da odasına girdiği za­man o kadar müteessir olmuş ki dayanamamış, oturup uzun uzun ağlamış. Arkasından çoban elbisesini çıkarmış. Saçlarını çözmüş. Sonra sandalyeye çıkarak salıncağın ipini boğazına bağlamış. Tam kendisini asacağı sırada eski günlerini hatır­layıp uzun uzun düşünceye dalmış.
Meğer o sırada da şehzade çobanı merak etmiş. Onu görmek üzere merdivenlerden çıkıyormuş. Kapının önüne gelince, içeriye girmeden evvel, anahtar deliğine gözünü uy­durarak bakmaya başlamış. Bir de ne görsün? İçeride, çoban yerine, selvi annesinin kızı yok mu? Sevgilisini görünce bir­denbire heyecanlanan şehzade, onu ölümden kurtarmış. Bu iş bittikten sonra hemen aşağıya inen şehzade, gelini evine göndermiş. Yeniden bir düğün hazırlatarak gümüş selvinin güzel kızı ile evlenmiş.
Onlar ermiş muradına, biz gidelim kapı ardına…